Karanfil Dediğin İnceden Bir Örtü Olur Ölene – Ömür M. YILMAZ
Dar ve harap merdivenleri hızlıca tırmandı kadın. Kahve falında çıkan, namlusu haneye dönük silahın, beş aydır bekledikleri haber olduğuna inanmıştı. Geldi geliyor diye kapıları açık tuttukları. Uğruna uykuları azaltıp çalışmaları erteledikleri. Soğuk ayaklarını yatağa girdiklerinde birbirlerininkine dolayarak, hayalini kurdukları. Tüm umutlarını ona bağlayıp istem dışı kutsallaştırdıkları. Heyecandan elleri titriyordu. Anahtar deliğini zor buldu. Görevini uzun zaman önce unutmuş otomata okkalısından iki küfür sallarken, kalçasını ve sağ bacağını arkaya doğru itti. Açtı kapıyı. İçeri girdiği gibi burnuna gelen küf kokusunu bu kez duymazdan gelip oturma odasına geçti, hızla, coşkuyla. Taşıdığı neşe, sesinin tüm tınılarında aleni, yakaladığı umut gözlerinde masmavi…
“Müjde hayatım, üç güne kadar geliyormuş bizim haber.”
Adam, hiç olmasa da olur hissi veren pencerenin kenarında, viran sandalyede, ellerini kenetleyip oturmuş, karşısında yükselen apartmanların arasından ancak iki karış görünebilen denizi seyrediyordu. Boynu hafifçe sola kaymış, dudakları kurumuş ki bunun sebebi eskisi kadar konuşmuyor olması olabilirdi, söylenene pek inanmamış hatta onu heyecanlandırmadığını açıkça belli etmiş olarak.
“Üç gün çok uzun.”
“Hiç de değil.”
“Gelecekse hemen şimdi gelsin, şu an, daha fazla sabredecek gücüm kalmadı.”
Kadın usulca sokuldu adama. Yağlanmış saçlarının yapışkanlığında ellerini gezdirdi. Ona söyleyecek cümleler aradı, toparlanmasını sağlayacak, tanıdığı adama dönüştürecek, yüzünü güldürebilecek cümleler. Bulamadı. Bulduklarını ve de bildiklerini aylara bölerek kullanmıştı. Dilindeki tek yeni şey falda duyduklarıydı. Adama yaklaşırken yere düşürdüğü neşeyi yeniden takındı. Baştan başlayacaktı.
“Şahane bir fal baktırdım bugün”
“Gene mi?”
“İnsanın hevesini kursağında bırakma! Dinle bak. Temiz bir silah çıktı falda. Tez vakitte çok önemli haberler alacakmışız. Devlet kapısında işimiz olduğunu söyledi, inanabiliyor musun? Bembeyaz kağıtlar falan, hanemize kısmet yağacakmış. Ne kaybettiysen dedi falcı hepsini geri alacaksın. Bildi.”
Kadın kurduğu cümlelerle orantılı, bedenindeki uzuvları da kullanıyordu. Uzun ince bacakları dans etmeye yelteniyor, kolları gövdesini sarıp bırakıyor, iri gözleri daha da büyüyerek, anlattıklarına gelecek tepkiyi bekliyordu….
Adam yerinden kalktı, masanın üzerindeki, kokusu insanın midesini alt üst eden sigarasından bir dal yaktı. Derince içine çektiği nefes yılgınlık doluydu. Bakışları saflıkla suçladığı karısının kızıl saçlarında gezinirken aşağılara inmeye cesaretsiz. Uzun zamandır sevişmediklerini düşündü. Taşındıkları gün adam istemişti ama kadın sevişmenin ortasında eski yatağını ve banyosunu hatırlayınca ağlamaya başlamış, ihtiyaçtan bozma aksak arzuları süresiz yok etmişti. Harabenin ortasındaki o arzu farklıydı. Arzu muydu? Adamın, kendisini adam ettiğini sandıklarının, ayakta tutanlarının hızlıca kaybolmasından sonra, elinde kalana çektiği yoklamaydı.
“Bıkmadın falcılara gitmekten, onlara verdiğin parayla karnımızı kaç gün doyurabileceğimizi, biliyor musun?”
“Sandığın kadar büyük paralar vermiyorum, hoşuma gidiyor söylenenler, rahatlatıyor beni.”
“Yalan hepsi.”
“Neyse ne. Etrafına bir bak, kimsecikler kalmadı, herkes buhar olup uçtu sanki. Bir şeyleri duymaya ihtiyacım var, iyi kötü fark etmez. Bugün gelmesi gereken avukat bile meydanlarda yok, güya haber getirecekti.”
Adam sigarasından bir yılgın nefes daha çekti. Uzamış tırnaklarının içleri kirli, gözleri donuk, duruşu buz dağı gibiydi. Avukatın gelmemesini düşündü, demek ki verecek iyi haberleri yoktu. Beklemeye devam. Nereye kadar… Adam, kadının söylediği etrafa bakıyordu zaten, sürekli. Gördüğü boşluktu. Hiçlik. Hiçliğe sebep pişmanlıklarla boğuşuyor, hiçliğe çare umutlarla köşe kapmaca oynuyordu.
Kadın üzerini değiştirme bahanesiyle yatak odasına doğru giderken adam yüzünü iki karışlık deniz manzarasına çevirdi. Kafasının içi sıkıntı yumağı. Onlarca şey birbirine dolanmış, tutup ayıklamaya yarayacak tek bir uç dahi bulamıyor. Ömrü boyunca çalışıp kazandıklarının sabahtan akşama buharlaşmasını hatırlıyor. Varlıklarının kaybı üzüyor onu ancak daha da üzen kaybolma nedenleri. Neden güvenden geliyordu. Verilmiş sözlere, atılmış imzaya dağılmış yaşamı, kayıp gidiyordu.
Neredesin? Birlikte büyüdüğüm, ekmeğimi paylaştığım, kardeşim dediğim, neredesin? Yüzün mü yok karşıma çıkmaya yoksa sen zaten yüzsüzdün de ben sana bir yüz mü uydurmuştum? İçim soğumuyor, soğuyamıyor. Bir ateş, harlandıkça harlanmış, kavuruyor her yanımı. Acıtıyor. Çok. Aslında biliyorum ateşi söndürmeyen de benim, benim ama sözüm geçmiyor ki pişmanlıklarıma.
Odasından çıkıp sofra hazırlığına girişen kadın mutfaktaydı. Ekmek olmadığını görünce söylenip durdu mırıl mırıl. Mırıltılar oturma odasına ulaşsa da muhatap bulamadı. Muhatabın dikkati evdeki ekmekten ziyade geçmişteki ekmeklerdeydi. Salladığı baş, bakkala gidiyorum diyen karısınaydı.
Kapının kapanma sesiyle arkada, bel boşluğunda birleştirdiği ellerini çözerek çekyata doğru gitti adam. Niyetle. Daha önce yaptığı gibi. Biraz öne çekip, oturma bölümünü yukarıya kaldırınca çıt sesi eşliğinde açılan çekyatın sandığına, diz çöküp el uzattı. Battaniyelerin altına sakladığı paketten bozma emanetini çıkardı. Daha önce yapamadığı. Apar topar taşındıkları sırada, havluya sarıp, ayakkabı bağcıklarıyla da sıkı sıkı bağladığı, sonrasında kabanının içinde saklayarak taşındıkları bu harabeye kadar getirdiği emanetini.
Çekyatın sandığına emanet ettiği baba yadigarıydı. Ölünce yasal işlemlerini tamamlayıp, saklamaya karar vermişti. Kadın evde bulunmasından huzursuzlanınca sattığını söyleyerek onu kandırmış, çalışma odasını karıştırmayacağından emin olarak da masasının çekmecesine koymuştu. Bağcıkları nasıl sıkı bağladıysa açamıyordu. Kayıp düşmesin diye doladıkça dolamış. Üst üste attığı düğümler çözülmüyordu. Dişleriyle açmaya çalıştı, beceremedi. Evde makas aramaya koyuldu, körelmiş bir tane buldu. Kesip attı bağcıkları. Sararmaya yüz tutmuş havluyu sol eliyle fırlattı. Sağ eliyle ise, parmağı tetikte, kavrayıp aldı silahı. Göğsüne yapıştırıp, kalbinin üzerine, çapraz, sandalyesine yeniden oturdu. Demek falda temiz bir silah çıktı ha, bu sefer ki falcı fena değilmiş. Gerçekten de tertemiz silahım. Kaç yıllık olmasına rağmen. Babam da iyi bakmış ben de.
Adam okşadı silahı. Nazikçe. Ona vereceği zararı ki adama göre bu bir yarardı, silaha vermek istemezcesine. Celladına aşık bir mahkûm gibi. Ölmeyi, ölebilmeyi ikramda bulunma sayarak. Kabzasının üzerinde parmaklarını gezdirip, silahı en ince detaylarına kadar hissetti. Silah soğuktu, onca sargıya rağmen. Ürperdi. Emniyet mandalını kontrol etti, kapalıymış açtı. Namlu onu en kaygılandırandı çocukken. Küçücük kara bir delik. İçinde saklanan belli. Namluyu önce ağzına soktu. Çeliğin tadı dişlerini gıcırdattı, midesini bulandırdı. Sonra çenesinin altına yerleştirdi. Birkaç saniye tuttu orada. Ölümcül noktayı ıskalarsam endişesiyle geri çekti. Ardından şakağına dayadı. İşte orası. Yok oluşun başlangıç yeri tam orası. Madem ne düşünmeyi ne de görmeyi becerebiliyordu, o zaman ikisinin ortasına sıkacağı bir kurşunla sorununu kökten çözebilirdi.
Tüm duyguları zapt edilmiş adam, dirençsizdi. Her şeye. Canı yana yana tükenmişti. Kendisiyle beraber kadınını da tüketiyordu. Alışık mıydı bu yaşadıklarına kadın? Hayır. Yine de sesini çıkarmamış, suçlamamış, kaçmamıştı ki bu hiç de imkânsız değildi. Çocuksu şeylerle oyalanıp duruyordu ümidini yitirmeden. Bana tezat. Ölsem, onun için ölsem… Her şey düzelir. Tüm borçlar silinir. Elinde para bile kalabilir. Dağıttığımı toplamalıyım, kimseden fayda yok, bu işi ben halletmeliyim.
Küçük bir not yazmayı düşündü silah halen şakağındayken. Gözleri bir karış deniz manzarasında. Gerek var mıydı? Olan da olacak da ortadaydı işte. Kadının sevgisinden şüphe duymasa da dostundan duymadığı gibi, aklından geçirmediği ne malumdu. Defalarca düşünmüş olabilirdi kadın, tavanı akan şu damda adamın ölmesini. İhtimaldi. Bilgili kadındı, ölümün getireceklerinden haberdardı mutlaka. Adam gözlerini kaydırdı, başını vesveseleri kovmak için hafifçe salladı. Silah şakağından kaydı, yeniden yerleştirdi. Daha sıkı bastırdı bu sefer. Saçmalamıştı. Yaşadığı ihaneti herkese mi mal edecekti? Haksızlık. Ya… Neyse ne, belki, belki de oysaki… Vazgeçti kadına not yazmaktan. Faydasına inanmadı. Ama avukata yazabilirdi, “Allah belanı versin avukat, senin halledemediğini bak nasıl hallettim.” Ondan da vazgeçti. Fazla dramatik olacaktı.
İçinde bir sızı, inceden, hayırsız. Fısıldıyor. Ölmek için mi yaşamaktan vazgeçiyorsun? Yapma. Başka çarem yok. Cevap kesindi, tartışma götürmedi. İnce sızı yenildi. Yok oldu.
Merdivenlerden kahkaha dolu sesler geliyordu. Kadın mıydı? Kulaklarını çınlatan uğultudan anlayamadı. Olamazdı. Gülmek için sebep yoktu. Adam daha da sıkı bastırdı silahı şakağına. Kalan takatiyle. Denize karşı gözlerini kapadı, bir karış da olsa kafa karıştırıcıydı. Sırtını dikleştirdi, dudaklarından dökülen elvedayla çekti tetiği. Bir anda. Pencereye sıçrayan kanın eşliğinde, kafasında sağlı sollu iki delik ve baruta bulanmış eliyle yere yığıldı. Viran sandalye de peşinden. Gözleri sahibine isyankâr açık, beli bükük, nefessiz…
Silah sesiyle koşar adım eve giren kadın, ardı arkası kesilmeyen çığlıklar attı. Kucağındaki karanfilleri önce bağrına soktu, sokarken avuçlarıyla sıktı, birkaçını ısırdı. Sonra çığlıkları “neden” sesine dönüştü. Neden? Sarstığı adamdan, kalbi atmayan, soluksuz adamdan cevap alamayınca hıncını çiçeklerden çıkardı. Yığıldığı yerde, cesedin yanında. Elleriyle karanfilleri yoldu, yoldu, adama fırlattı. Başından aşağıya. Açık gözlerine doğru. Küfürle. Arada da kendi başından. Yine küfürle. Ağladı, bağırdı, ağladı… Çok.
Avukat polisi aradı titreyen parmaklarıyla, beraberinde ambulans istedi. Ancak gereksizliğini de biliyordu. “Güzel haberlerle geldim, şahane haberlerle” sayıklamalarıyla sararıp soldu. O da yığıldı. Sırtından bir ürperti değip geçti. Avukatın kadına sevdiğini bildiğinden getirdiği kırmızı karanfiller, biri canlı iki cesede inceden örtü olurken, adama kazanacağına söz verdiği davanın müjdeli ilamı çantasında kalakaldı. Sıkı sıkıya tuttuğu çantasında. Muhatapsız, önemini yitirmiş…