Hikaye

MUTLU SON – Ferda ALBAĞ

Allah günah yazmasın, kocamı evlendiğimiz günün sabahı sevmekten vazgeçtim. Sevgisizliğim ne onun sevgisizliği ne de hastalığıyla ilişkili. Yaşasaydı, kocama “ağabey” derdi babam. Yani baba zoruyla karısı olmadım. Canıgönülden onunla olmak istedim. Gençlik mi, çaresizlik mi? Oldu, bitti. Toprağa verdik. Tabutun başında dikilirken, mutluluktan ayaklarımın yerden kesildiğini gizlemek için epeyce çaba sarf ettim. Yine de gören gözler, içimin rahat olduğunu gördü ama ses etmedi yüzüme.

Kızı yaşından da küçüktü olsaydı, olmadığı için altına vak vaklamayan ördeği sürüp çekmek bana düştü. Elim yağdan bala gezecekken pisliğe kondu. Çokça kullandığı beyni, bilmem hangi damarının kan hücumuna dayanamayıp patlayıvermesiyle iflas bayrağını çekti. Düştü yatağa. Karı koca olma hali benim için hasta bakıcı haline evrildi çiçeği burnunda gelinken. Allah için çok sayıda boy boy, renk renk, çiçekli çiçeksiz, fotosenteze bağlı hayatlarına destek verdiğim ne kadar canlı varsa evde, balkonda, bahçede; onlara gösterdiğim incelikle davrandım. Bitti. Özgürüm! Hemşirelik günlerim sona erdi. Hayata kaldığım yerden devam etmem şöyle dursun, altını üstüne getirmemi sağlayacak malı mülkü benim artık.

Âşık oldum falan sanmayın. Bildiğiniz aşk işte. Karnınızda kelebeklerin bini konar bini kalkar pırpır, eliniz ayağınız dolanır tıpkı başınız gibi, nefesiniz kesilir bakışıyla, dokunuşuyla kalbiniz güp güp atar kulaklarınızda ya kitaplarda öyle yazar. Bildiniz mi? Öyle âşık falan olmadım ona ama aklımı başımdan aldı. Parmağıma mı boynuma mı tartışılır? Halkasını taktığı gecenin sabahı, “Beni büyüledin. Yanıma yakışıyorsun,” dedi. İşte o saat onu değil nimetlerini sevmeye karar verdim. Anladım ki o da beni değil yanına yakışanı seviyordu, büyülenmişti. Eh, etme bulma dünyası. İçimde, kimi aydınlatacağını bilen bilge bir sokak lambası ışıdı durdu sabırla.

Dünyaya tohum bırakmamanın erdemlerinden söz edip dururdu bitap yattığı yatakta bile. Kızışmışlığı kendine yük kedi gibi ortalık yerde sürüne sürte, mırıl mırıl dolandığımı ben fark etmesem de o fark edip durumumuzun erdemli sonucuyla içini ferahlattı. Derdim üriner faaliyetlerim olmasa da sandık dolusu oyuncağım oldu hasta bakıcılığım boyunca, daha önce hiç olmadığı kadar. “Bu bebelerle, topaçlarla kim oynayacak?”, “Bu kalemlerle kim çöp adam çizip boyayacak?” demeden her çarşı, pazar dönüşümde bir iki paket ekledim sandığa.

Kimselere ses etmeden -ki seslenecek, yokluğumu fark edip meraka düşecek biri yoktu koca dünyada- yola düştüm. Oyuncak sandığımla birkaç parça eşyamı bagaja atıp kontağı çevirdim, bastım gaza. Dedikodu kazanını kaynatacak yüksek sosyete mensubu, köy ahalisinin sesi bana nasılsa ermezdi; yokluğumu fark edip peşime düşecek değildiler. Ne alacağım vardı onlardan ne de vereceğim. Onca zamandır kapıma gelmemişlerdi, bundan sonra gelecek yüzleri varsa da duvara toslayacaklardı.

Güneş sağdan yükseliyordu. Yolum uzundu. Karnım açtı. Yeşil buğday filizlerinin rüzgârla dalgalandığı tarlaların, başları önünde koyunların otladığı kuzuların zıpladığı yemyeşil çayırların yanından el sallayarak geçtim. Neşemi bana çok görmeyeceklerinin güveniyle selam durdum onlara. Dağları oymuş tünellerin ağzından girip kıçından çıktım. Köprüler üstünden denizler aştım. Açık camdan bahar rüzgârı yüzümü yalayıp duruyordu. Siyah saçlarım başımın içine inat karmakarışık uçuşuyordu. Ayağım gazda, gözüm yolda, kulağım CD çalardan yayılan ezgide, durmaya niyet etmeden asıldım direksiyona. Özgürlük!

Adı köy diye geçen müstesna sayfiye beldesinde, iki dönüm arsa içinde, yüzü denize dönük, ev azmanı bir yarın ucundaydı. Sağı, solu, arkası perde çitle çevrili bahçe içinde yaşadım on üç yıl, dile kolay. Eli ayağı oynamayan, aklı yerinde koca bebeğe bakıcılık yaptım. Büyü çoktan bozulmuştu. Onu tanıdığımda üniversitenin ekâbir hocalarından biriydi. Okuyup iş, güç sahibi olacakken onun kalıbına vuruldum henüz yirmi yaşındayken. Hayır, beni baştan çıkardığını söyleyemem. Allah var yukarıda. Ben de istedim demiştim değil mi onunla olmayı? Görmemişlikti benimki. İmam babam öldüğünde dul kalan annemin yaşındaydım; otuz beş. Nasıl kullanacağımı bilmediğim çok sıfırlı rakamlarla dolu banka hesaplarım, mülklerim, biri son model diğeri eski iki arabam da var. Çok yoruldum ama değdi doğrusu. Yanına yakıştığım, yanımda duracak mecalden yoksun olduğunda da kusur etmeden bakmamın bedeli olmalıydı. Oldu. Elbet önce kimin öleceği belli değildi ama sıra onundu, sırasını bildi şükür. Kader yüzüme güldü.

Yanında endamımla göz doldurduğum profesör kocam kanı püskürüp beyninin birkaç merkezine sirayet etmesiyle yatağa düşene kadar yaşadığım eve vardım sonunda. İnziva sona erdi. Karnım aç, simsiyah upuzun saçlarım dağınık indim yüksek binanın, yerin bilmem kaç kat altındaki garajına park ettiğim arabadan. Kedi gibi gerindim. Neredeyse on saattir araba tepesinde olmalıydım. Etrafım arabalarla çevriliydi. Karnım açtı. Bunların sahipleriyle aynı çatı altında yaşayacağım fikri hoşuma gitti. Bagajı açtım. Oyuncak sandığımı güçlükle indirdim yere. Kalanları sonra alırım diyerek bir çantayı koluma atıp sandığı kayışından sürüyüp asansöre ilerledim.

Cik cik sesiyle irkildim. Park edildiğini fark etmediğim arabadan inen, uzaktan kilitleyip hızlı adımlarla bana doğru geliyordu. Arkamı dönemedim. Kalbim hızlı hızlı çarpıyordu. Korkuyordum. “Durun, size yardım edeyim.” diyerek oyuncak sandığıma el atıverdi. Çığlık attım sandığı ona kaptırmaktan korkarak. Elini kora değmişçesine çekti. Uzaklaştı. “Korkmayın Melek Hanım.” dedi, “Hoş geldiniz, başınız sağ olsun, eşinizi duydum.” diye ekledi. Komşuluğun makbul olmadığı yüksek katlı rezidansta, yıllardır orada yaşamayan birinin ölümünü bilmesine şaştım. Bir çırpıda kendini tanıttı.  Benim çatı dubleksimin altında, yine benim olan dairede oturan kiracımdı bu insan. Yani komşusundan ziyade mülk sahibinin ölümünden haberdar olmuştu dün sabah, fotoğrafımızın da basılı olduğu gazeteyi eline aldığında. “Hoş buldum.” diye cevapladım korkumu üzerimden atıp. Oyuncak sandığımı onun ellerine bıraktım. Beraberce asansörün son durağına kadar konuşmadan, bakışmadan durduk öylece. Çok ama çok yakışıklı bir erkekti. Saçları benimkilerden de kara, benimkiler kadar gürdü, ensesinde kuyruk yapmıştı. Elinde sandık, kara yas elbiseleri yerine efil efil, çiçekli emprime elbise giymiş benim, varlığından duyduğum heyecan ortalık yere serilir korkusuyla sustum onca kat boyunca. Kapı tıs edip açıldı. Sandığı aldım elinden, çıktım. İyi günler diledik birbirimize. Kapısı kapanmadan sırtımı döndüm asansöre, kendi kapıma vardım. Anahtarı manyetik bir kart olan kapıyı açıp perdeleri sıkı sıkı kapalı karanlık eve girdim.

Sanki sabah çıkmışım gibi hiç şaşırmadan elimi attığım düğmeye dokunmamla bütün evin lambaları yandı. Arkasında saklanamadıkları kristallerden rengârenk ışıkları duvarlara, eşyalara çarptı. Ev aydınlanmıştı şıkır şıkır. Kocam henüz soğumadan evin temizliği, alışverişi için eve bakan hizmetliyi görevlendirdiğimden ev hiç yalnızlık çekmemiş gibi mutluydu. “Geldim.” dedim. Sandığımı salonun baş köşesine koyup yatak odama gittim. Omzumdaki çantayı koltuğa, kendimi yatağa attım. Açtım, çok aç. Mutluluktan başım dönüyordu. Öylece uyuyakaldım. Telefon sesiyle, nerede uyuduğunu unutmuş, şaşkın uyandım. Sersemliğimle sese doğru ilerledim. Evde telefon yoktu. Bu ses nereden geliyordu? Dış kapının yanında, sanki komşuculuk oynayacakmışız gibi daireler arası haberleşmeyi sağlayan telefonun sesiydi ve hâlâ çalmaktaydı. Bu evde yaşadığım sürece bir kez bile çalmamıştı. Açtım:

“Alo?”

“Merhaba Melek Hanım, benim. Asansörde adımı söylemeyi unuttum. Ben Nikola.”

“…”

“Rahatsız etmiyorum umarım.”

“Hayır. Buyurun lütfen.” dedim uykulu sesimle.

“Uzun yoldan geldiniz. Akşam yemeğe bana gelin demek için aradım.”

“Şimdi saat kaç?”

Kocam öldüğünden beri saate bakmamıştım. Bütün ilaçları çöpe attıktan sonra saatlerle işim kalmamıştı ama bunu teklifini itirazsız kabul ettiğim Nikola Bey’e söylemedim.

“On dokuz. Bir saat sonra her şey hazır olur.”

Telefonu duvardaki yerine koymadan önce dudağıma götürüp öptüm. Bu komikti. Duşun altına attım kendimi. Neredeyse soğuk suyla çarçabuk yıkanıp çıktım. Göz kenarlarımda bir iki kazın ayak izi kalmış olsa da büyüleyici vücudum, kimin vücudu olsa yanına yakışırdı. Yolu yarılamıştım ama hâlâ çok güzeldim. Saçımı ördüm. İnce, uzun boynumda sallanan, annemden yadigâr altın hilale gözüm ilişti, özlemle dokundum. Çıkardığımdan daha da çiçekli ipek bir elbise geçirdim üstüme. Saat yirmi olmadan raftan bir şişe kırmızı şarap aldım, düğmeye bastığım an kararan evimin kapısını kapattım. Alt kata indim. Zili çalmak yerine kapıyı tıklattım usulca. Açıldı.

Açılmasıyla baş döndürücü kokular yayılan kapıdan ayakkabılarımı paspasa silerek girdim. Elimdekini ev sahibime verirken “Davetiniz için teşekkür ediyorum.” dedim, alırken “Çok naziksiniz.” dedi; kapı önü muhabbetini sonlandırıp kapattığı kapıya zincirini geçirdi. Benimkiyle aynı plana sahip salonu, benimkine hiç benzemiyordu. Açık mutfağa geçmeden önce salona kadar eşlik etti. Şehrin ışıklarının ardından batmış güneşten kalan birkaç lokma ışığını da gören, tavandan tabana kadar uzanan, perdesiz pencerenin önündeki koltuğu işaret etti. Oturdum. “Birazdan sofraya geçeriz.” dedi.

Benim getirdiğim kırmızıyı değil dolaptan çıkardığı beyaz şarap şişesini açarken “Bugün Paskalya Pazarı. Yalnız olmanıza içim razı gelmedi.” dedi. Günlerden hangi gündü, o söylediğinde öğrendim. “Annemin sağlığı yerinde olsaydı şahane yemekler yapardı ama benim yaptıklarımla yetineceksiniz. ”dediği an cama, karanlık koridordan oldukça uzun boylu bir kadının girişi yansıdı. Gayriihtiyari ayağa kalktım. Ona döndüm. Annem Meryem’e benziyordu, öldüğünü bilmesem karşımda duruyordu. Koşarak boynuna sarılmak istedim, tuttum kendimi. “Ah, anneciğim! Misafirimiz geldi.” diyerek elindekileri bırakıp bir elinde baston olan kadına doğru ilerledi, boş olan sağ elinden tutarak yanıma kadar beraber yürüdüler. Hafif bir reveransla selamlayıp “Merhaba efendim, Melek.” diyerek elimi uzattım. Elimi havada bıraktı, “Maria” dedi. Omuzlarından ta beline kadar inen, benimkiler kadar gür, bembeyaz saçlarına inat gözleri kapkaraydı. Elimi indirip Nikola Bey’e baktım. Bir komut versin, harekete geçelim istiyordum. Benim bir şeyler yapmamın, boynunda altın haça çakılmış İsa’yı taşıyan Maria’nın hoşuna gitmeyeceği aşikardı. Yüzümde nasıl koruduğuma şaştığım gülümsemeyle gelecek işareti suskun bekledim. Fırının işini bitirdiğini haber veren “çın” sesiyle hepimizin bakışları aynı yöne çevrildi. Birbirimizi süzmekten kurtulduk.

Nikola Bey “Evet, yemek bizi çağırıyor.” diyerek masaya davet etti. Sadelikle süslenmiş, ortasında gümüş şamdanında dikili bir mumun aydınlattığı üç kişilik zarif masada türlü yeşillikler, cacık, zeytinyağlı dolma, üçgen bohçası içine sığmamış ıspanakların sızdığı börek, portakal kokusunu aldığım örgülü ekmek bizi bekliyordu. Gösterilen yere oturdum, Maria başköşedeki yerine oturduktan sonra.

Porselen tencerenin kapağını açıp “Avgolemono ile başlayacağız.” dediğinde sıcacık buharıyla burnumda tütmeye başlayan tavuk suyu kokusuna dalasım geldi. Kocam öldüğünden beri ağzıma tek lokma atmamıştım. Tencereyle bir örnek minik kırmızı çiçeklerle süslü kaselere çorbayı doldurdu. Tencerenin kapağını kapatıp karşıma oturdu. Maria, onun oturmasıyla sol elinde tuttuğu bastonunun zümrüt gözlü, gümüş yılan başını masaya dayadı, elini avucunun içine alıp gözlerini kapadı, duaya başladı duyulur sesle. Nikola Bey’in eli annesinin eli içinde, gözleri kapalı, onun duasına eşlik etmesini seyrettim. Benim elimi tutan olmadı. Gözlerini açtıklarında ellerim, gözlerim açık sessizce dua ettiğime tanıklık etmelerini bekleyip yüzümü avuçlarken dediğim “âmin” neredeyse onların “amen”iyle beraber ağzımdan döküldü. Maria’nın “Afiyet olsun.” komutunun ardından çorbalarımızı sessizce yudumlamaya başladık.

Her yudumda damarlarımda kanın dolaşmaya başladığını, canlı olduğumu hissettiren lezzette, ekşi otlarla limonun ekşiliğine ekşilik katılmış çorba; dilimi, damağımı şenlendiriyordu. “Ellerinize sağlık. Nefis bir tat.” diyerek övgüyle başladığım lafı Maria, “Ekşisi az. Siz geleceksiniz diye böyle oldu. Ne sever ne sevmezsiniz bilmediği için tadını veremedi çorbaya.” diyerek ağzıma tıkadı. “Ekşiyi severim.” dedim son damlasına kadar içip. Onlar da bitirmişlerdi kaselerindekileri. Nikola Bey boşalanları toplayıp mutfağa yöneldiğinde çorba tenceresini alıp ardından gitmek için yerimden davranmamı ilk kez elime dokunup engelledi Maria, kapkara bakışlarıyla dimdik gözümün içine bakıp. Eli, ölü eli gibi soğuktu. “Gerek yok. Oturun lütfen.” dedi nezaketten yoksun, buyurgan sesiyle. Elimi elinden kurtardım. Tencereyi alıp beş gözlü ocağa bıraktım. Nikola Bey “Zahmet ettiniz.” dedi sımsıcak gülümseyerek. Mutfak adasında süzme yoğurt dolu yayık tabağı taze kıyılmış otlarla süslüyordu. “Acıyı da sever misiniz?” diye sordu. “Evet” dedim. “O hâlde bu acılı yoğurdu size vereyim.” diyerek uzattı, eliyle yol verdi; şarapla üç kadeh alıp arkamdan masaya geldi. Verdiği emaneti masanın orta yerine, şamdanı kenarı çekerek dikkatlice yerleştirdim, yerime oturdum. Kadehleri doldurdu, oturmadan kadehini bize doğru uzattı, “Mutlu bayramlar!” dedi. Maria ve ben oturduğumuz yerden kadehlerimizi onunkine denk getirip aynı anda “Mutlu bayramlar.” diledik.

“Ayağınızda mezarlık toprağıyla bayram sofrasında kadeh kaldırmanız oldukça cüretkâr.” dedi Maria, dikenlerle süslediği başsağlığı dileğini de ilave ederek. Yine de nezaketi elimden bırakmaya niyetim yoktu, teşekkür edip gülümsedim. “Epeydir hasta olduğu yazıyordu haberlerde.” diye söze girdi Nikola Bey, söyleneni işitmemiş gibi. “Hasta değildi. On üç yıl önceki beyin kanamasından beri yatalaktı. Yaşlıydı, yatarken daha da yaşlandı ve öldü.” diyerek aslında on üç yıllık hayatımın özetini de yapmış oldum böylece. “On beş yıl önce evlenmişsiniz, öyle mi?” diye soran Maria’yı başımla onayladım. Şaraplarımızı yudumlayıp sofranın tadına bakıyorduk hiç acele etmeden. Dolmanın pirinci, fıstığı, kuş üzümlerinin içine gizlenmiş asma yapraklarının ekşisi baş döndürücüydü. Ispanak bohçası bıçağımın altında çıtır çıtır kırılıverdi. Çıtırtılı tadı, dilimde hissettiğim sarımsak parçacıklarını cacıkla yumuşatıp yuttum. Acı otları sırtlanmış yoğurdun dilimde yarattığı yangını şarapla söndürdüm. Paskalyanın olmazsa olmazı örgülü ekmeğin, portakal yapışmış mahlepli tadını masadakilere sezdirmeden damağımla dilim arasında emdim. Sohbet ne kadar soğuksa, sofradaki tatlar o kadar sıcaktı. Sustum, başımı önüme eğip yemeyi tercih ettim.

Nikola Bey kalkıp eski gramofona bir plak yerleştirdi. Puccini’nin “Turandot”su, iğne değdiği an salonun orta yerinden pürüzsüz yayılmaya başladı. Nikola Bey, fırından içinde yeşilliklere sarılı kuzu butları olan tepsiyle masaya gelene kadar her şey çok güzeldi. Kırmızı et yemiyordum. Bilemezlerdi. Onları memnun edip bu yemeğin tadına bakmam gerekmiyordu. Yeterince doymuş olduğumu söyleyerek tabağıma almamak en akıllıcası olacaktı, öyle yaptım. Nikola Bey, derdime yabancı bir tavırla “Hiç değilse bir lokma tadın.” diye ısrar edince “Kırmızı et yemiyorum.” demek zorunda kaldım.“Domuz değil, kuzu.” dedi Maria. “Bir Kurban Bayramı sabahı babam, canını almakta olduğu koçun son bir gayretle onu boynuzlaması sonucu hakkın rahmetine kavuşmuş, ben henüz kundaktayken. Bu hikâyeyi duyarak büyüseydiniz siz de yiyemezdiniz büyük ihtimal.” diye çok özel olduğunu düşündüğüm anımı açık ediverdim. “Kötü bir son olmuş babanız için. Peki, kurbanın canını kim almış?” diye sordu Maria, hayli meraklı. Bu sorusunun cevabını hiç merak etmediğimi fark ettim ve bunu da olduğu gibi söyledim.

Ne zamandan beri kiracım olduklarını merak ediyordum, burada yaşarken karşılaştığımızı hatırlamıyordum. Bunu da aklımdan geçtiği gibi sordum. “Siz telaşa düştükten kısa bir süre sonra babamı kaybedip taşındık. Eşinizle de hiç tanışmadık. Avukatlar aracılığıyla anlaşma yapmış annem, ben İtalya’da doktora için bulunduğum sırada. Döndüğümde siz çoktan ayrılmıştınız.” diye sözünü tamamladı, tamamlamadı; Maria onun eksik bıraktığı ayrıntıları doldurdu, çoktan unuttuğu yasının hüznünü taklit ederek: “Nikola’nın babası sarraftı. Aniden hayata gözlerini yumunca ticaretin olmazsa olmazı borçlular kapıya dayandı. Ben de o sırada geçirdiğim bir felç sonrası sol ayağımı kıvıramaz oldum. Satılacak malları elden çıkarıp borçları temizledim. Hem görgümüze yakın bir yerde yaşayacak, hem de oğulcuğumun kariyerini tamamlayacak nakdi ayarladım. Sadece baş sokmak olsa dert, ev çok. Onlar kiracılar için. Sizin ne kadar zamandır kiracınız olduğumuzu soruyorsanız, onun cevabı tam tamına on dört yıl. Nikola siz yazlık evinize gittikten sonra döndü yanıma. On üç yıldır ana oğul güller gibi yaşıyoruz.” diyerek sol elinin içine Nikola’cığının sağ elini alıp sıkıca kavradı, yüzüne hiç yakışmayan bir gülücük kondurarak. “Evi çok sevmiş olmalısınız, ne güzel.” derken evin içinde dolanmaya başladı gözlerim. Lambası gizli ışıklar sinsice aydınlatıyordu gözümün gördüğü her köşeyi. Duvarlarda şahane çerçeveler içinde eşsiz tablolar, oraya buraya da irili ufaklı heykelcikler serpiştirilmişti. Tıpkı oturduğumuz sandalyeler gibi birbirinin eşi olmayan, antika oldukları besbelli tek tek koltuklar; birbirine yabancı uzun saçaklı, nadide el dokuması küçük halılar birbirine uzak uzak ayak serilmişti. Şöminenin siyah granit alınlığı üstünde, granit çerçevede, çerçeveyle aynı renk kıyafetiyle Maria’nın kendinden büyük, yağlı boya portresi asılıydı. Portreden gözüme yansıyan tek renk, oturduğu koltuğun arkasına asılı bastonunun zümrüt gözleriydi. “Nikola’mın eseri.” dedi gözümün onda takılı olduğunu görerek. “Çok güzel.” diye koca bir yalan söyledim kendisine bakarak.

“Ressam mısınız?” diye sordum Nikola Beye dönüp.

“Oyuncakçıyım”

“Oyuncakçı mı?”

“Resim profesörüyüm. Ancak oyuncakçılığı daha çok seviyorum.” dedikten sonra kalktı, koridorda gözden kayboldu. Koridora açılan altı oda kapısından birini açıp kapadığını duydum. Eli kolu, bakışlarımı neşelendiren oyuncaklarla dolu halde geri geldi. El emeği, göz nuru bebekler, bebecikler, toplar, topaçları görünce kocaman gülüverdim.

“Taşıdığınız sandığın içi oyuncak dolu!” dedim saklayamadığım içtenliğimle.

“Birini seçin. Sizin olsun” dedi. Birini gözüme kestirdiğim halde Maria unsurunu dikkate alıp atılmadım.

“Lütfen siz bana seçtiğiniz birini verin.” dedim heyecanla. Gözümün bakmaya doyamadığı kız ve oğlan bebecikleri uzatıverdi.

“Biri benim için, diğeri sizin için.” dedi birden, içten bir tonla.

İki bebeği elinden alırken elim eline değdi, kulaklarımda kalbimin güp güp sesini duydum. Onların bu sesi duyacaklarından korktum. Mahcup eğdim başımı, gözlerim bebeklerde bir süre bekledim sakinleşmeyi, neden sonra “Teşekkür ediyorum.” diyebildim, titremesine engel olamadığım sesimle.

Sırtı dimdik oturan Maria, oturduğu yerde kımıldadı. “Sanırım biz de doymuşuz. Kuzuya çatal batıran olmadı, dondu olduğu yerde.” dediğinde Nikola “Hadi o zaman tatlıya yer açalım.” dedi, masa toplama işine beni ortak etme niyetiyle. Maria buz gibi soğuk eliyle ikinci kez dokundu elime. Elinden de soğuk kara gözlerini gözlerime dikerek bu kez buyurgan değil, açık seçik tehdit kokan sesiyle “Bence sen ‘galaktoboureko’yu getirene kadar Melek Hanım’la biz kadın kadına sohbet edelim.” dedi. Gözlerim Nikola’ya çevrildiyse de annesi karşısında düşen omuzlarını görünce sinip yerimde oturmayı uygun buldum. Direnmenin anlamı yoktu.

“Ne konuşacaksan konuş” dercesine baktım Maria’nın keskin gözlerine, ondan daha da keskin. “Dinliyorum.” dedim. “Onu büyüledin.” dedi dişlerinin arasından. “Uzak dur!” diye ekledi. Sonra yüksek sesle sanki az önce tıslayan o değilmiş gibi, yasım bittikten sonra ne yapacağımı sordu; dul bir kadın olduğumu oğulcuğuna duyurmak derdiyle.

Nikola masanın başında bitiverdi. Tabakları pay edip oturdu. Karşılıklı otururken elimde çatalım, kuzgun siyah saçlarına sevgi, şefkat ama daha çok aşkla bakıyordum. Gözlerimin içene bakmasını bekledim. Gözlerim gözüne değdiği an “Benimle evlenir misin?” diye soruverdim tüm doğallığımla. Elimdeki çatalı batırdığımda turtanın içinden fışkıran beyaz muhallebi, Maria’nın siyah ipek gömleğine kondu ve kaydıraktan kayarcasına hızla aşağıya doğru süzüldü.

Tıpkı kitaplarda yazıldığı gibi o ilk anda âşık olmuştuk. Evlendik. Çok yakıştık birbirimize. İkiz bebeklerimiz oldu. O gece bana hediye ettiği bebecikler gibi birbirinin aynı bir kız ve bir oğlan. Doğdukları gün ninelerinin yüzüne daha önce hiç görmediğim elma şekeri tadında bir tatlılık geldi kondu. Bebeler büyülemişti onu. Kaç Noel, Paskalya, Kurban, Ramazan kutladık saymak lazım; hatırlamıyorum şimdi. O gün bu gündür mutlu mesut yaşıyoruz üst katta. Maria alt katta kira vermeden yaşlanmaya devam ediyor mutlu mutlu. Dış kapının yanındaki telefonla birbirimize yemek saatlerini haber veriyoruz. Kocamın yaptığı yemeklerimizi ayrı yemedik hiç. Yan yanayken birlikte güzelleştiğim insan her gün yeni oyuncaklar oyuyor, boyuyor bana ve ikizlere. Onların büyümesini seyrediyoruz altı göz. Oyuncak sandığım ikizlerin odasında. İçindekiler kaç kere kırılıp döküldü yerine yenileri geldi bilemezsiniz.

Sevemediğim kocamın ruhuna rahmet. Hayatım çok güzel sayesinde.

+8

Bir cevap yazın