Hikaye

NEYSEN OYUM – YONCA TANDOĞAN

-Gazeteci misin sen?

-Evet, ağabey.

-Gel gel. Otur şöyle. Fotoğraf makinenden anladım. Sizden çok gelirler buraya. Değişik hayat hikâyeleri dinlemeye.

-Ben de onun için geldim. Var mı sizde şöyle bomba bir hikâye?

-Olmaz mı koçum? Bak şu duvardaki raflara. Bendeki bu klasörlerde ne ömürler, ne hikayeler var ibretlik…

-Ooo çokmuş! Ama şimdi bunlara tek tek bakacak vaktim yok. Başka zaman kesin gelir incelerim. Lafı uzatmadan söyleyeyim, ağabey. Ben mutlu sonlu bir hikâye arıyorum.

-Mutlu son… Buralarda ondan bulmak zordur be evlat! Herkes önünde sonunda aynı yolun yolcusu. Bildiğin kahır çukuru annadın mı.

-Pavyona gittim, sana gönderdiler. Bunca kişi yapıyor bu işi. İlla vardır bir tane. Bi’ düşün bakalım. Açtıralım bi’ yetmişlik. Demlenirken yavaş yavaş gelir aklına belki.

-Açtıralım diyorsun? O zaman işler değişir. Sana en iyi bildiğimi anlatayım. Bizim hikayemizi.

Onu ilk gördüğümde yedi yaşındaydı. Ben kapıda fedailiğe yeni başlamışım. Şimdinin “bodyguard”lığı, annadın mı. On yedi yaşındayım. O, AngaraO6 pavyonunun helasında, birinin bir cinnet anında eline aldığı makasla kesilmiş gibi duran şekilsiz saçlarıyla oğlan çocuğundan farksız, peçetecilik yapıyordu. Çelimsiz, iskeletten hallice, bir kuyruksuz uçurtma gibiydi. Maksat bahşiş kapmak. Pavyonda ilk dayağını, iki günde döke döke bitirdiği kolonya yüzünden yemişti. O yüzden tütün kolonyasından hâlâ nefret eder.

Sek içerim ben. Susuz. Tek buz.

-Peki, ağabey. Sağlığınıza o zaman. Şu teybi açıp kaydetsem bir mahzuru var mı?

-Yok, çok kayıtlar yaptık biz.

-Ooo, siz bayağı bayağı biliyorsunuz bizim işleri. Devam edelim mi?

-Bir gün ben bunu fark etmedim. Tuvaletten çıkınca birden elime kolonyayı boşaltınca “Kız sen nesin, in misin cin misin?” dedim de bizimki biraz şaşkınlık biraz da korkudan “neysem oyum ben” diye yanıtladı. Bizim yüzü anca iyi hasılat olunca gülen çatık kaşlı patronla ben buna gül, gül… İşte, ilk yüklü bahşişi de o gün aldı. Hayatı boyunca böyle oldu. Neyse o. Gündüz hiç kimseden kimliğini, ne iş yaptığını saklamadı. Gece pavyonda çalışırken hariç. Oranın raconu ayrı. Olması gereken neyse onu oldu orada. Daha on ikisinde boy pos değişti. Saçları uzadı. Bi’ de meraklı süse püse. Bunların içinde büyüyor ama hâlâ çocuk. Biz o gözle bakıyoruz yani. Saf. On dördüne girdiğinde ben askere gittim. O sırada bunun aklına pezevengin biri girmiş, annadın mı. Onunla kaçmış. Evleneceğiz diye kandırmış. Her gün birine satmış. İki  sene ortalıktan yok olmuş. O zamanlar askerlik on sekiz ay. Altı ay da ceza yedik, oldu mu sana yirmi dört ay! Doğuda yaptım ben, Şırnak’ta dağ komandosuydum. Çatışma olmayan, ölüm görmediğim tek günüm geçmedi. Tesadüf bu ya, aynı gün mekâna geri geldik. Ben askerde, o sözde evliliğinde yaşadıklarından sonra bildiğimiz tek yere sığındık. İkimiz de kürkçü dükkanına döndüğümüzde çok farklı insanlardık. Gecenin şerrinden sakının, derler ya. Biz gündüzün de şerrinden sakınıyorduk. Geceleri o mekânda sırıtmıyorduk ama gündüz dışarıda sudan çıkmış balığa dönüyorduk. Başka işleri de denedik, olmadı. Her seferinde geri döndük.

-Bu değiniz kaçlı yıllar oluyor, ağabey?

-Doksanların başı.

-Yengenin adı ne bu arada?

-Arife günü bulmuş bunu polisler çöp konteynırının yanında. Şeker bayramıymış. “Bonbon” marka şeker moda. Buna “Arife Bonbon” demişler bir zaman. Çaktın dalgayı sen. Sonra Arife gitti tabii, Bonbon kaldı. Ama başka isimleri de oldu.

-Neden, ağabey?

-Herkes gibi o da kendini arıyordu be evlât… Çok erken kaybolmuştu. Yaşamaya, tutunmaya çalışıyordu. Her bir yeni isim sıfır numara yeni kimlik gibi. Arabaya kilometresi az, gıcır tekerlek taktırmak gibi. Kafası bir başka çalışırdı ama. Derin kadındır. Annadın mı?

-Anlamaya çalışıyorum, ağabey. Peki, neydi bu isimler?

-Bir tanesi Nilüfer idi mesela. İsim sözlüğü almış. Heceleye heceleye okuyor. Bataklıkta çıkan beyaz çiçekmiş. Gördün mü inceliği? Ama değiştirdi onu da. Yaşadıklarından sonra.

-N’oldu ki, ne yaşadı?

-Zengin bir tip takılmaya başladı. Altı ay boyunca her gece geldi. Sadece bunu, Nilüfer’i istiyor masasına. Sabaha kadar köpüklü açtırıyor. Garsonundan komisine herkese bahşiş yağdırıyor. Turnayı gözünden vurdu, dediler. Bunu buradan çıkarır, dediler. Hakikaten ev açtı adam. Yavaş yavaş elini ayağını çekti mekândan. Bir buçuk sene geçti. Çok değişmiş, dediler. Tam Nilüfer olmuş. Açmış, serpilmiş. Güzelleşmiş. Fotoğrafını gösterdiler. Bir içim su olmuş! Yeni hâlini görmemden altı yedi ay sonra bir gece ben mekânın kapısındayım, baktım biri taksiden iniyor. Yüz göz dağılmış. Perişan halde. Nerden tanıdım bilmem. “Nilüfer, sen misin?” dedim. “Sıçayım Nilüfer’ine!” dedi bir hışımla bana. “Çiçekmiş… Siktiğimin çiçeği! Ben neysem oyum!”  Yüzünü işaret etti. “Gördün mü? Bataklıktan çiçek açmıyor! O çamura bağlı sap var ya; ne yapıyor ediyor sana kökünü, nereden geldiğini hatırlatıyor.” İşi gücü, beş kuruş parası, kalacak yeri yoktu. Aldım, benim fakirhaneye götürdüm. İyileşene kadar bende kaldı.

-Mutlu son mu diyecektim ama olmamış yani.

-Olmadı, daha dur bakalım… Patronu ikna ettik. İşe başladı ama buna da sağlam bir senet imzalattı. Karıda girişimci ruh da var. İlla farklı olacak. “Şarkı söyleyeceğim ben.” dedi. Kostümler aldı. Borçlandı. Sözleri ezberledi. Eh, yeni isim lâzım. Bu sefer kendine “Beste” adını koydu. Üç beş şarkı derken bildiğin repertuvar mı ne deniyor, ondan yaptı. Adamlar bir saatten sonra içmekten zaten bi’ dünya oluyorlar, ne dinlediklerinin farkında değiller. Ama kız harbi iyi. Piyasayı da biliyor. Sahnede şişeleri açtırıyor. Bir de içiyor ki bana mısın demeyen erkek yanında şaşırır kalır. Ciddi para harcatıyor gelenlere. Müdavimleri oldu. Derken bir gece plak şirketinden geldiler, dediler Beste’yi dinlemeye. Bu coştu! Bülbül oldu. Adamlar buna bayıldı. On gece üst üste geldiler. Sana plak çıkartacağız, dediler. Her seferinde daha büyük ekiple geliyorlar. Patron bile durumdan memnun; nemrut adamın yüzünde güller açıyor, annadın mı? Pavyonda son gecesinde ev arkadaşı da olan kızlardan biri bunu kıskan! Evden çıkmadan önce haplanıp uç, karnından bir de boynundan bıçakla! Mekâna gelmesini bekliyoruz. Bundan ses yok. Aradım telefonla, cevap yok. İçime bir his doğdu. Ulan dedim, buna bir şey oldu. Eve gittim. Çalıyorum, açan yok. Telefonun sesini duyuyorum ama. Kırdım kapıyı girdim içeri. Ortalık kan gölü! Hemen hastaneye kaldırdık. Kan kaybından gitmesi an meselesiymiş.

-E kurtuldu mu, ağabey?

-Kurtuldu kurtulmasına da ses telleri nanay! “Beste” dedim, zorla konuştu: “Sıçayım Beste’sine! Ben neysem oyum! Bundan böyle bana başka isim yok.” Anlayacağın şarkıcılık kariyeri de bitti. Ben yine aldım bunu yanıma. Yaraları iyileşti ama kendi bir türlü iyileşemiyor. Tekrar hastane, tekrar tetkikler… Teşhis: karaciğer yetmezliği. Çare: karaciğer nakli. Ya kadavradan ya da canlı vericiden. Zaman kısıtlı, sıra uzun. Gönüllü oldum ben. Yaradan nasip etti, annadın mı? Uydu dokularımız. Ameliyata önce ben girdim. Benden alınan parçayı ona diktiler. Karaciğer ameliyatı başarılı geçti, doku tuttu. Ama bir aksilik olmuş ameliyatta, beynine pıhtı attı. Sol tarafı tutmuyor. Gözünü açtığında karaciğer sağlam, sol taraf felç, hafızası bomboştu. Sıfır km… Başına gelen hiçbir şeyi hatırlamıyor. Hep istediği gibi ama bu sefer isim değiştirmek yerine kafayı tümden sildi.

-Yapma, ağabey! Ne diyorsun? Çok üzüldüm. Ben yine mutlu son geliyor, diyecektim. Olmamış.

-Yoo, geldik o sona işte. Bizden mutlusu yok. O benim yanımda. Ben onun yanındayım. Mutluyuz biz.

-Yaşıyor yani. Hâlâ çalışıyor mu?

-Yine pavyonda. Angara06 emektarını kapıda bırakmadı. En başa döndü. Yedi yaşındaki işine. Tuvaletlere bakıyor. Bu sefer limon kolonyası döküyor; tek elle, tek peçeteyle.

Al bak bakalım buna.

-Nedir bu zarf, ağabey?

-Ameliyattan çıkamazsa diye bana bir not bırakmış. Öyle uzun mektup değil, tek cümle. Ayılınca verdiler. Benim iyileşme sürecim uzun sürdü. Hayata bunun sayesinde tutundum ben.

-Ne yazıyor, ağabey?

“Neysem oyum” yazıyor be evlât! Söyle bana, bu mutlu son değil de nedir, annadın mı?

Bir cevap yazın