Hikaye

SEDİRDEKİ ŞİŞ – İKRA SEVİNÇ – 16 YAŞ

 

 

Ağzının kenarındaki kurumuş kanı suyla temizleyip kafasını kaldırdı. Aynadaki görüntü ona yabancıydı. Ellerini saçlarına götürdü. Annesinin banyo yaptırdıktan sonra saçlarını ördüğü zamanki halini aynada görür gibi oldu. Halbuki yolunup yıpranmış ve genç yaşına rağmen beyazlar içinde kalmış saçları, morluklar ve çizikler içindeki vücudu beliren hayalden çok uzaktı. Ellerini kurulayıp yemek yapmak üzere mutfağa geçti.

 

Ne pişireceğini düşündü. Zaten pek fazla seçenek yoktu; varsa yoksa bulgur, pirinç, makarna, patates. Gerçi patates almak bile zengin işi olmaya başlamıştı onun gözünde. Etin yüzünü görmeyeli aylar olmuştu. Bu saydıklarından başka bir şey pişiremezdi, eline para geçerse pazara çıkıp aldığı bir iki sebze hariç. Her yeri çizilmiş, dışı kararmış alüminyum tencereyi ocağa koydu. Şişenin dibinde kalan iki parmak yüksekliğindeki yağın üçte birini tencereye döktü. Yağ pahalıydı, diğer günlere de yetirmek lazımdı. Şişeyi kaldırıp orta boy soğanın kabuklarını hızlıca soyup doğradı ve onları da tencereye attı. Soğan her zaman olduğu gibi gözlerini yakmıştı ama gözleri yaş dökmeye alışık olduğundan bunu da kabullenmiş, sadece sulanmışlardı. Ellerinin tersiyle gözlerini sildi, soğanları yağ ile çevirip pembeleşmeleri için bıraktı. Son kalan buruşmuş ve filizlenmeye başlamış beş patatesten ikisini aldı. İdareli kullanmak gerekiyordu, birkaç gün sonra da bu üç patatesi pişiririm diye düşündü. Pembeleşmiş soğanları bir kez daha çevirip salçayı almak üzere buzdolabının önüne gitti. Salça dışında çeyrek kutu süt, bir saklama kabının yarısı kadar peynir, iki avuç zeytin ve birkaç adet yumurtadan başka bir şey yok yoktu. Salçanın tenekeye yapışmış kısımlarında yeşilli beyazlı küf yumakları oluşmaya başlamıştı. Onları sıyırıp çöpe attıktan sonra küfün değmediğini düşündüğü yerlerden yarım kaşık salça alıp tencereye attı, karıştırdı. Sonra patateslerin üzerindeki tomurcukları temizleyip kabuklarını soydu. Çok küçük parçalara ayırmadan doğradı, salçayla iç içe geçmiş, kendilerini iyice bırakmış olan soğanların üstüne ekledi. Birlikte şöyle bir karıştırdıktan sonra üzerine suyunu da ekleyip tencerenin kapağını kapattı. Ocağın altını kıstı, yoksa tüp çabuk biter, ay sonunu bile çıkaramaz, diye düşündü.

 

Mutfaktaki işini halledip sobanın isinden kararan salona geçti, saate baktı. Daha gelmesine hemen hemen bir saat vardı. Zaten evde fazla durmaz yemeğini yiyip kahvehaneye geri döner düşüncesiyle kendini rahatlattı.

 

Eski sedire yaklaşıp kendini üzerine bıraktı, bacaklarını vücuduna doğru çekti. Eli, tek mal varlığı olan yonca şeklindeki altın kolyesine gitti. Annesinin acil durumlarda bozdurup kullanması için taktığı takılardan geriye sadece bu kalmıştı. Diğerlerini yiyecek ekmek bulamadığı zamanlarda bozdurmuştu. Buna ise gözü gibi bakıyor, en kötü durumda bile bozdurmadan saklıyordu. Dalgın dalgın kolyesiyle oynarken aynadaki görüntüsünü anımsadı, gözleri yanıp sulanmaya başladı. Ağlamamak için kendini sıkıp gözlerini sildi ve ayağa kalktı. Kendini rahatlatan ve oyalayan tek uğraşı olan örgüsünü eline alıp sedire geri oturdu. Kocasının meymenetsiz suratını yine göreceği düşüncesi aklına geldi, onu hatırladığı için kendine kızdı. Elindeki şişi fark etmeden sıkmaya, ilmekleri daha hızlı çekmeye başladı.

 

Göğsünün süratlenen inip kalkma hareketinin eşliğinde içinden onunla tanıştığı, evlendiği ve çocuk yaptığı günlere lanetler getirdi. “Kendi paramı kazanmış olsaydım boşanmış oldurdum, zaten şu an beni tek tutan şey oğlum. Onun babasız büyüyeceği düşüncesi değil, hem para kazanıp hem ona bakamayacağım düşüncesi. O iblisin işe yaradığı da yok. Eve getireceği iki kuruşa bakıyoruz oda keyfine göre. Kahvede okey oynayıp çay içmekten başka bir şey yapmıyor. Ahh! eşek kafam, niye evlendim bilmiyorum ki?” Düşünceleri böyle sürüp giderken çalan zili fark etmedi. Sinirle örgüsünü örmeye devam etti. Bir ters bir düz, bir ters bir düz, bir ters… İkinci kez çalan zilin son kısımlarında kendine geldi. Elindeki örgüyü sedirin yanındaki masaya bıraktı. Ayağa kalkıp kapıyı açtı.

 

 

-İki saattir kapıda bekliyom, nerde galdın ha?

Cevap vermedi. Yüzünün iğrençliğini, ona acı çektiren her ayrıntısını tekrar tekrar süzdü. İçinden onun gözlerini yerinden söküp fırlatmak geliyordu.

-Ne bakıyon yüzüme cevap versene garı!

-…

-Sana cevap ver demedim mi lan!

Keskin bir tokat sesi duyuldu. Dudağının kenarındaki kabuk bağlamaya yüz tutmuş yara tekrar açılmış, koyu renkteki kanı çenesine doğru süzülmeye başlamıştı. Tokadın etkisiyle sarsıldıktan sonra mutfağa geçti, bir bez parçasıyla kanı sildi. Nasırlaşmış, bakımsız ellerinin tenine değdiği yerler kızarmıştı. Yanağının alev almışcasına yanmasını umursamayıp kapıyı açmadan önceki birkaç saniye içerisinde altını kapattığı yemekten tabağa koydu. Kabuğunu soyup dilimlere ayırdığı soğanı tepsiye, tabağın yanına yerleştirdi. Dün alınan, bayat sayılabilecek, bütünden biraz az ekmeği de eline aldı. İblis diye adlandırdığı kocası kahvehanede bütün parasını tüketmeyip gelirken almayı akıl ederse ancak o zaman eve ekmek giriyordu.

 

Elinde tepsi, ekmek ve kırmızı siyah renklerindeki kareli sofra beziyle salona girdi. Sedirin üzerine kurulan kocasıyla göz teması kurmadan, önüne sofra bezini serip tepsiyi bıraktı. Kendisi de eski oturduğu yere oturup ellerini izlemeye koyuldu. Kocası ekmekten büyük bir parça koparıp yemeğin suyuna batırdı, hemen ardından çatalla patateslerden birini ikiye bölüp ağzına attı. Bir iki çiğnedikten sonra yemeği yutmadan, yiyecek artıkları saçarak karga sesiyle bağırmaya başladı:

-Bu ne lan, tuzu nerde bunun?

-…

-Aloo, kime diyorum ben? Tepemin tasını attırma, galk tuz getir bana!

-…

Tepsiyi fırlatıp hışımla ayağa kalktı. Karşısına dikildi:

-Sana tuz getir demedim mi ben, ayı mı oynuyor lan karşında?

 

Karısı hala ellerine bakıyordu. Kocası, yüzüne bakmadığı için iyice sinirlenip yakasından tuttu, küfürler savurmaya başladı. Hıncını alamayınca önce tokat sonra tekme attı. Karısı hâlâ tepkisiz duruyor, yerinden dahi kıpırdamıyordu. Elini kaldırdı, bir kez daha tokat atacaktı ki acı bir “Ahh!” sesi duyuldu. Karın bölgesine isabet eden şişe doğru elini götürdü. Avucunun içi kan doldu ve yere yığıldı. Son gördüğü şeyse karısının huzura ermiş gibi duran bakışları oldu.

Bir cevap yazın