SONUN BAŞLANGICI – DUYGU FIRTINA
Otobüse bindiğinden beri yan tarafında oturan kadından gözlerini ayıramıyordu Zebercet. Kadının kalemle çizilmiş kadar güzel yüzünden ziyade beyaz elbisesinin çatalı hafif açık göğüs dekoltesine takılmıştı. Yan yana tüm heybetiyle duran iki ateş topu, ne öyle ulu ortaydı ne de büsbütün saklı. Aktif kullanılmadığı için yıllardır önünde tüm zavallılığıyla öylece duruveren erkekliğini harekete geçirecek kadar ortada, hayal dünyasını harekete geçirecek kadar gizemli, gayet kararında. Muavin “Son arzunuz nedir?” diye de sormamıştı oysa, giderayak bu kadar mutluluğu kaldırmıyordu yarı ölü ruhu. Ah, sahi… Bu otobüsün şoförü bile yoktu ki muavini olsun. Bakalım nasıl bir yolculuk olacaktı? Bol yıldızlı otellerde yemeklerin yanında duran, şekil şekil kesilmiş karpuz dilimleri kadar gereksiz hayatının son düzlüğünde ilk kez bir yere varmak için bu kadar heyecanlıydı. İlk ve son kez… Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadını hiç olmazsa bu sefer görebilecek miydi? Kim bilir, belki de…
Bihter, mütemadiyen kendisini izleyen tuhaf bakışlı, komik yüzlü adamdan son derece rahatsız olsa da artık bunun -da- bir önemi yoktu. Az sonra her şey bitecekti zaten ya da en baştan başlayacaktı. Güzelliğinin bedelini ömrü boyunca ödemişti, kısa bir süre daha borçlu kalmanın zararı yoktu. Biraz şaşırmıştı sadece. Kendisini iştahını kabartan sineklere bakan bir kurbağa gibi izleyen bu adamı bir başka yerde görse; şık takım elbisesi, tıraşlı tertemiz yüzüyle cemiyet hayatının önemli simalarından biri olduğunu düşünür, hatta daha önce gittiği davetlerde, kokteyllerde karşılaşmış olma ihtimalleri üzerine güzel kafasını yorardı. Libidosuna engel olamayan, hayvandan hallice biri olduğuna asla ihtimal vermezdi. Gerçi tam şu an bunların da bir önemi kalmamıştı. Kendisi de zamanında insanları, hem de en yakınlarını şaşırtmamış mıydı? En çok da kendini…
Yanındaki iri kafalı çocuğu seyrederken Aylin’in gözleri öylesine parıldıyordu ki tüm otobüs onun oturduğu yerden başlıyordu aydınlanmaya. Bu yolculuğa neden çıktığını bir an için unutuverse çocuğa sımsıkı sarılır, saçlarını koklar, kepçe kulaklarını hatta çocuğun elindeki kağıttan gemileri bile teker teker öperdi. Şatafatlı hayatı boyunca her şey olmuştu da -albay, (kafeste de olsa) prenses, doktor, “kurtarıcı”, sevgili, eş, teyze, hatta şiddetli yağmurda yıldırımı hesaba katmadan havuza girip tüm ailenin yüreğini ağzına getiren bir kafadan çatlak- bir tek anne olamamıştı. Gerçekten kader diye bir şey varsa mutlaka bir bildiği vardır, diye düşündü. Hiç doğmayan altı çocuğuna kavuşma ihtimalinin düşüncesi bile yüreğini bir kuş gibi havalandırdı. En çok ama en çok yeğenini özleyecekti, evlat bellediği güzeller güzeli Tayyibe’sini…
Bu sefer de biri engellemezse otobüsten iner inmez balık olmaya kararlıydı “çocuk”. Bulduğu gazetelerden, kağıt artıklarından minicik elleriyle yaptığı küçük gemileri de yanında getirmişti ki çok beklediği beyaz gemi nihayet gelip küçük bedeninin üzerinden geçerken “Sen bana gelmedin ama bak, ben sana geldim. Üstelik sana çocuklarını getirdim.” diyebilsin. Bu anlamlı sürprizi çok daha önceden yapmayı planlamış, ancak denize doğru hızla koşarken kötülerin şahı eniştesi onu durdurup fırın küreği gibi kocaman elleriyle cılız kollarını kavradığı gibi hızla kıyıdaki taşlara yapıştırmıştı. Canını kolunda ve bacağında oluşan yara berelerden ziyade Orozkul tarafından -güya- kurtarılmak yakmıştı. Neden yapmıştı ki bunu? Teyzesini dövmesini, dedesini sindirmesini, kendisini görmezden gelmesini daha fazla seyredebilsin diye mi? Yoksa… Çocuğu olmayan zavallı Orozkul, bir başka çocuğun gidişine dayanamayıp vicdan mı yapmıştı? Orozkul ve vicdan… Gülmemeye çalışırken yanı başındaki çimen gözlü, saçlarından güneş damlayan kadının kendisine şefkat dolu baktığını fark edip utandı. Keşke kendi annesi sadece bir kerecik ona böyle bakıp sonra nereye istiyorsa gitseydi. Keşke…
Nerede Necip, orada macera. Suat buna alışmıştı artık. O ilk temastan bu son yolculuğa dek sevdiği adam yanında, yüreği ağzında bir hayat sürmüştü. Sandal gezilerinde bile başı dönüyor, midesi bulanıyorken -yine- Necip’i dinleyerek bindiği bu otobüste şimdiden gözleri hafiften kararmaya başlamıştı bile. Her şey olup bittiğinde tek bitmeyen bizim aşkımız olacak, diye düşünüp iyi hissetmeye çalışıyordu. Necip, sevdiceğinin hassasiyetinin farkındalığıyla oldukça endişeliydi. Kollarıyla mengene gibi sarıldı, varlığını bir kez daha hatırlattı kadınına. Her bir saç telini ayrı ayrı kokluyordu, zira gittikleri yerde en çok buna ihtiyacı olacaktı. Kulağına eğilip yavaşça fısıldadı: “Seni seviyorum Suat. Çok seviyorum.”
Ön çaprazında oturan vıcık vıcık çiftin varlığı yetmiyormuş gibi bir de içlerinden birinin ağzından kendi ismini duyan Suat, otobüsün ortasına adeta kusmak istiyordu. Bari ismiyle biricik olsaydı, ayrıca romantizmin sırası mıydı şimdi? Zavallılıkta Mümtaz ve Nuran’ı sollayan bir çift gördüğü için sevinmeli mi yoksa üzülmeli miydi, karar veremiyordu. Zaten bu boktan hayat ve içindeki insanlar en az Mümtaz’ın ara sıra karaladığı saçma sapan cümle yığınları kadar zavallıydı. Bu hayata gelmeyi kendi seçmemişti. Onu terketmeye ise kendi hür iradesiyle karar vermişti, otobüsteki diğerleri gibi. Son defa birileriyle aynı yolun yolcusuyken, rotası ve emeli aynıyken bile yapayalnız ve nefret dolu hissediyordu.
Madde mi, mana mı? Kafasında karnı ağrıyan bir kedi gibi dönüp duran bu sorunun ardındaki sırra yolculuğun sonunda erişecekti Gıli Gıli Salih. Yolculuktan sıkılmış, çakısıyla oynayıp duruyordu. Gider gitmez canından çok sevdiği ağabeyi “delikanlının allahı” Arap Sado’yu bulacak, onun hatırasına yaptırdığı heykeli, sonra Kolera canavarını nasıl hakladığını gittiği diyardan görüp görmediğini soracaktı. Onsuz mahalle cehenneme dönmüş, Gıli Gıli Salih ise “kadının biri” tarafından uyarılmasına rağmen sahte cennete aldanmayı seçmişti. Olur da o kadınla karşılaşırlarsa görmezden gelmeye ant içmişti. İhaneti affeden birinin kendisine saygısı olmazdı. Kendisine saygısı olan biri için ise zarlar beklediği gibi düşeş gelse de bir anlamı olmazdı artık. En iyisi gerektiğinde sevdiğini hatta kendi benliğini öldürmekti. Şimdilik ölümüne kadar hayattaydı.
Ah Dilber, zavallı Dilber… Kendi güzel, kaderi umacı Dilber… Yalan dünyanın müzmin kölesi, hürriyetine sarılıp uyuyacağı günlerin hayalcisi Dilber… Hayat onu çiğneyip çiğneyip tükürmüştü ve ağzı o kadar pis kokuyordu ki, bunu bir daha duymayacağı diyarların özlemiyle binmişti “son otobüse”. Varsın oralarda da baykuşlar ötsün, razıydı. Kapayıverirdi kulaklarını ya da bağıra çağıra şarkı söylerdi ağaçlara, kuşlara… Duymazdı o zaman tılsımlı uğultularını, korkacak bir şey kalmazdı. Ah, zavallı Cevher… İpi biraz daha sıkı tutabilse belki şimdi birlikte gidiyor olacaklardı. Her şey için minnettardı ona, bilhassa özgürlüğe açılan kapının anahtarını kendi hayatını tehlikeye atarcasına gümüş tepside kahve sunar gibi ona sunduğu için. Kendisine duyguları olduğu halde parmağının ucuyla dahi ona dokunmadığı için. Belki… Belki gittiği yerde çıkıverirdi karşısına. Koca adam, otobüs durana kadar saklanırdı bir yerlerde sonra sürprizi patlatırdı çocuk gibi. Evet, çocuk gibi… Çünkü en iyi Dilber bilirdi: “Gönül muhabbete karşı daima çocuktur.”
Raif, Maria’nın “resim gibi” yüzünün her bir santimetrekaresini hayranlığı kat be kat büyüyerek inceliyor, uyku numarası yapan Maria gözleri kapalıyken bile bunu hissederek bu kadar sevilmenin -son kez- tadını çıkarıyordu. İlk kez bir adama güvenmeyi seçmiş ve yanılmamıştı. Yanılmamak ne büyük lükstü! Artık hasta bir köpek kadar yalnız değil, bilakis sulanırken ya da yapraklarındaki toz zerrecikleri silinirken kendisiyle bıcır bıcır konuşulan saksı çiçekleri kadar özel hissediyordu. Yeri belli, gideceği yer zaten belliydi, bu yüzden çok mutluydu. O mutlu oldukça Raif hem onun adına, hem de onu ve iç dünyasını anlayan birini biraz geç de olsa bulduğu için kendi adına mutlu oluyordu. Yalnız bir parça eksik hissetmiyor değildi, zira yanından ayırmadığı çizim defterini -artık ihtiyacı olmayacağı için- yanına almamıştı. Şimdi vakit, defter ve kalem olmaksızın yeni kaderler çizme, Tiergarten’den başka yerler gezip görme vaktiydi.
Çok oturgaçlı götürgeçe bindiğinden beri düşüncelere dalmıştı Selim Işık. “Hayatım, hayatımın romanı olsun.” demiş fakat otobüse bindikten sonra, hayal kırıklığına uğrarım diye kimseye güvenmediği, yanlış yaparım diye denemeyi bile düşünmediği, kötü yaşarım korkusuyla hiç yaşamadığı hayatının bir romanın ancak ön sözü olabileceğini anlayıp hayıflandı. Asıl roman son durakta başlıyordu. Tıpkı kendisi gibi hayatının ciddiye alınması gereken bir oyun olduğunu bilen niceleri buradaydı. Sahte olmaktansa yaşamamayı seçenler, bütün “mümkün”lerin kıyısında yaşayıp şimdi o kıyıdan uzaklaşma vakti gelenler, başkalarının da yardımıyla kendilerini önce yaşarken öldürenler… Ölmek için ölümü beklemişti Selim, kendisine doğrulttuğu tabancayı bırakıp ölümün kendiliğinden gelmesini nafile beklemişti de bizimki gelmek bilmemişti. Müthiş bir Allah acısı çekerken herkesin istediği gibi yaşadığı o uzak ülkenin özlemini de iliklerine kadar hissediyordu. Birden ürperdi, gözlerini kapatıp yakın arkadaşı İsa’ya son kez dua etti: “Tanrı, tutunamayanlardan rahmetini esirgemesin.” Gözlerini açtığında yanı başlarından geçen otobüsün içinde tanıdık bir yüz görür gibi oldu. Turgut değil miydi o? Benzetmişti muhtemelen.
Otobüsün kapıları tüm gönüllü yolcular bindikten sonra kendiliğinden kapanmış, otobüs kendiliğinden hareket edip ilerlemeye başlamış, belirsiz bir vakit karada ilerledikten sonra Pegasus’a selam çakarcasına kanatlanıp havalanmıştı. Kanatlarını kendinden emin, belirsiz bir vakit sonra olacaklardan haberdar bir edayla ağır aksak ama senkronize çırpadursun, doğada her şey değişmeye yüz tuttu. Mavi gökyüzü birdenbire griye dönüverdi. Aşağıya bir baktılar, yemyeşil ovalar dünyadaki tüm sigaralar içilip külleri üzerine çırpılmış gibiydi. Denizlerde ve okyanuslarda su değil kurşun vardı sanki. Otobüs, belirsiz bir vakit uçtuktan sonra kanatları birden yok oluverdi. Yer çekimi otobüsü tüm hızıyla aşağı çekiyordu ve yolcular yürekleri ağzında bu emsalsiz vedanın tadını çıkarıyorlardı. Kimi kahkaha krizine girmiş, kimi şarkı söylemeye başlamış, kimi sevinçten ağlamakta, kimi ise sessizce dua etmekteydi. Sonunda tüm gürültüsüne rağmen sadece suyun ve balıkların duyabileceği bir yere, okyanusun tam ortasına çakıldı ve kurşuni renklerin arasında kayboluverdi.
Zebercet, adeta orgazmik bir zevk alıyordu yaşananlardan. Zaten ne ölü ne sağ bir adamdı, amaçsız hayatı boyunca insan olmuş da “kişi” olamamıştı. Kendini astığı ip kopmuş, ölmeyi bile becerememişti. Erken doğan bir bebekti oysa. Hayata erken gelmesine rağmen yaşamaya çoktan geç kalmıştı. Bir sürü olasılık varken ama hiçbirini eyleme geçirecek mecali yokken, bu balıklara yem olmuş haliyle daha işe yarar bir adamdı artık. Gecikmeli Ankara treniyle gelen kadını düşündü ölmek üzereyken, ne olurdu gelseydi? Gözleri kapanmak üzereyken Zeynep’in tabanları simsiyah ayaklarıyla kafasını ezdiğini hissetti. İfadesiz yüzü bu kez “Bana bunu neden yaptın?” der gibi hesap soruyordu sanki. Mahkeme salonundaki hakimin tokmağıyla horoz çığlıkları birbirine karıştı. Sonra her şey birden karardı.
Bihter’in ruhu nasıl paramparça ise bedeni de öyle parçalara bölünmüştü. Asla benzemek istemediği annesine benzemiş, eşine ihanet etmiş, bir heves uğruna olmayacak duaya amin demişti. Zaten insanoğlu sonunda istemediği şeye dönüşmez, eleştirdiği ne varsa birer birer yaşamaz mıydı? Eşi, “Kapıyı aç nefis ve güzel kadın!” diye endişeyle bağırmış, yaşadığı ihanete rağmen saklandığı odanın kapısını kırıp elindeki tabancayı almış, sonra aynı kibarlıkla evden gitmesini söylemişti. Ondan sonra güzelliğiyle başını döndürdüğü onlarca erkeğin sevgilisi, metresi, tek gecelik kaçamağı olmuştu. Büyük davetlere kodaman beylerin kolunda gitmişti ama duyulan skandaldan sonra kimse seviyeli bir ilişkiye, mutlu bir evliliğe davet etmemişti onu. Sonra bir gün duydu ki Behlül ve Nihal barışmış, evlenmişler. Kalbi acıdı. Neyse, artık acımıyordu.
Aylin, ojeli tırnaklarıyla suları yarıyor ama çocuğu göremiyordu. İdealist bir kadın olarak uğruna o zarif ayaklarına o kaba postalları bile giydiği ordudaki yetkililer, oyunlarını bozmaya yeltenince ömür boyu kendisine tehditler savurmuş, belli etmese de her an kendisine bir zarar gelecek korkusuyla hayatının son dönemleri zindana dönmüştü. Kalbini kırdığı, birlikteyken yeterince umursamadığı eşleri, eski bir tanıdığın olabileceği kadar yanlarında olmuştu ama yetmiyordu. Bunun dışında kurtardığı ruhların, işini bilen bir mimar gibi yeniden şekillendirdiği hayatların sahipleri ise hiç bırakmamıştı Aylin’i. Ununu elemiş, eleğini asmış hissediyordu ve ruhundaki kalıbına sığmayan muzip kız çocuğu yeni maceralar peşindeydi. İyi ki dinlemişti onu.
“Çocuk” ağzından burnundan çıkan kanlar suya karışıp kırmızı bulutlara benzeyen şekiller oluştururken karşısında kendisine gülümseyen Maral Ana’yı görünce sevinci ve kederi birbirine karışmış halde ağlamaya başladı, gözyaşı okyanusta kaybolup gitti. Sevinçliydi çünkü çok ama çok özlemişti, kederliydi çünkü sinmiş karakteriyle dedesine ve hiçbir hayat törpüsünün yontamayacağı kötü kalbiyle Orozkul’a engel olamamıştı. Gözünün önünde Maral Ana’yı kesip, başını parçalamışlardı. En büyük hayal kırıklığını Mümin Dede vesilesiyle küçük kalbi acıdan yırtılarak yaşamıştı. Maral Ana ona eliyle bir yeri gösterdikten sonra kayboluverdi. “Çocuk” o tarafa doğru bakınca gözlerine inanamadı: Beyaz gemi geliyordu! Biliyordu, kan kaybıyla gördükleri gerçek değildi ama hayali bile güzeldi. Son nefesini hep söylemek istediği şu cümleden sonra verdi: “Merhaba beyaz gemi, ben geldim!”
Suat ve Necip suyun dibinde bile sımsıkı sarılmayı bırakmamışlar, onları ayıracağını düşünüp sevinen ölüme adeta nanik yapıyorlardı. Alevlerin arşa değdiği bir yangından birlikte sağ kurtulmuşlardı. Evet, aşklarını hep kaçak göçek yaşamak zorunda kalmışlardı ama aşk her koşulda yaşamak içindi. Süreyya’nın kendilerini gördüğünü hissediyordu ikisi de, birbirlerine söylemeseler de onun sesini duyuyorlardı. “Bana bunu neden yaptınız? Sen karım değil can yoldaşımdın, sen ise kuzenden öte kardeşimdin. Boğazın maviliğini görmeden, denizin tuzunu genzimde hissetmeden ama en çok da bundan sonra hiç kimseye güvenemeyeceğimi bilmenin iç huzursuzluğuyla yaşadım sizden sonra. Baba evime geri döndüm. Çarşıda balık sattım. Sizin gibi insan satmaktan daha onurlu bir eylemdi. İhanetinize dayanamayıp hayatıma son verdiğim o güne kadar onurumla yaşadım. Sizi olmayan vicdanınızla ve birbirinizle baş başa bıraktım.” Bu ağlamaklı ses başlarda daha netti, sonra azalarak yok oldu. İki beden hala sarılmış halde, suyun dibine doğru tango yaparak süzülüyordu.
Suat için varlık yeniden sükuta uğramıştı ve bundan dayanılmaz bir zevk alıyordu. Rüyasında ona “Güneş yok. Güneş yok.” diyen kız çocuğu haklıydı. Güneş onun hayatına hiçbir zaman doğmamıştı, ona karanlık ve çamurlu kısmı kalmıştı. Mümtazların evinde kendini öldürmekten niçin vazgeçmişti? Ölümü sadece kendine ait olsun, kimse -hele Mümtaz- mekan sponsoru olmasın istemişti. Sonrasında da hayatla girdiği iddiayı kaybetmiş bir adam olarak yaşadı, yaşamak denirse. Karısının vicdan azabının aynası olan yüzüne daha fazla tahammül edemeyip, çocuklarına rağmen uzaklara, Nuran’ın adını bile bilmediği yerlere gitti. Vapur iskelelerindeki bekleme salonlarında çay içip gazete okurken, Mümtaz’ın evine davet ettiği ama sabahına evi terk eden genç kızın gelme ihtimaliyle zaman zaman heyecanlanmadı değil. Ama kız hiç gelmedi. O da bu otobüse bindi, kimseyi teselli etmek zorunda kalmayacağı yerleri görmek için. En çok da kendini…
Gıli Gıli Salih, tuzlu sular ağzından burnundan içine dolarken can ağabeyine bakındı ama Arap Sado ortalıkta yoktu. Muhtemelen başka mahallelerin sevilen karakteri olmuştu ve orada kendince adalet dağıtmaya devam ediyordu. Sonra birden Tina düştü aklına. Çok sevmişti be! Neden o herifle yatmıştı? Cebindeki çakıyı kaptığı gibi böğrüne saplasa daha iyiydi. Yine de kevaşe değil, kraliçeydi onun için. Mahallenin orospusu, gönlünün kraliçesi… Hayır ağlamıyordu, gözüne tuzlu su kaçmıştı sadece. Eğlenceli şeyler düşünmeye çalıştı, sura İsrafil’in değil de Kolera canavarının üflediğini hayal edip bastı kahkahayı. Çekecek oksijen kalmayınca vedalaşmak üzere olduğu yalan dünyaya son sözünü söyledi: “Hadi eyvallah!” Zamanı değil, zamansızlığı okşuyordu şimdi.
Dilber, zamanında kendini Nil’e bırakmayı düşünüp sonra vazgeçmişti ve şimdi yine suyla temizliyordu geçmişini. Hiç kimsenin değil sadece hakikatin kölesiydi artık. Elindeki ipek mendili suya bıraktı. Celal için ağlamayacaktı artık, hiçbir şey için ağlamayacaktı. Pazar düzerken yanında hamile karısıyla görmüştü onu bir gün. Boğazında bir düğümle öylece kalakalmıştı. Celal’in mutsuzluğu yüzünden okunuyordu ama sırf kavuşamadıkları için sevdiği adamın mutsuzluğuna sevinecek değildi. Hayattaki tek büyük aşkı onu resmederken, karşısında narin bedeniyle ayazda kalmış bir kuş gibi titrerken, hatta zaman zaman dayanamayıp ağlarken bile şu anki kadar ıslak ve mutlu değildi.
Maria ve Raif için çocuklarının ölümünden sonra, zaten çekilmez olan dünya hepten dayanılmaz olmuştu. Raif, Anhalter Bahnhof Tren İstasyonu’nda Maria ile vedalaştığı esnada sevdiği kadını asla bırakamayacağını anlayıp gitmekten vazgeçmekle, aslında ölüm döşeğindeki babasıyla uzaktan vedalaşmayı seçmişti. Yaşlı adam beddua mı etmişti, hakkını helal etmemiş miydi bilinmez; birbirlerinin iç dünyasına girmeyi başaran çiftimiz, dış dünyada her şey gözlerinin önünde yıkılırken hiçbir şey yapamayıp her şeyi uzaktan izlemekle yetinmişlerdi. Evlerinde çıkan yangın neyse de, kör olası alevler Leyla Eva’yı yutmasaydı ne olurdu sanki? O talihsiz günden sonra Maria’nın kemanı susmuş, Raif’in mürekkebi küçük kızının masum yüzünden başka şey çizmez olmuştu. Şimdi karanlık suda Maria’nın yüzü aynı masumiyeti taşıyor, gözlerinin ardına saklambaç oynayan çocuklar gibi gizlenmeye çalışan hüzün ise Raif’ten kaçmıyordu. Bu haliyle bile Siegessaule’nin tepesindeki melekten çok daha güzel, diye düşündü büyük aşkına veda ederken. Maria ise yaşam denen uykudan uyanmak üzereyken sevdiği adamla birlikte 17 Temmuz Caddesi’nde başlayıp sonsuza uzanan yürüyüşlerini hatırladı ve şimdi sonsuzluğa yeni bir yolculuk yapmaya başladıkları için heyecanlandı. Küçük kızlarına bir yerlerde rastlayacaklarına adı gibi emindi. Raif’in elinden tuttu ve küçük ağzından baloncuklar çıkararak şu son cümleyi kurdu: “Şimdi ben gidiyorum ama ne zaman çağırırsan gelirim.”
Selim Işık’ın canını ciğerlerine dolan sudan çok, onu olduğu gibi kabul etmeyip kalıplara sokmaya çalışan, girmediği zaman “anormal” yaftası yapıştıran, bir bildikleri vardır diye normal olmaya çalışırken ona vakit kaybettiren, düşüncelerine kendisi gibi içtenlikle bağlı olmayan, “mantık” denen zehri ona zerk etmeye çalışan sevimli (!) insanlar yakmıştı. Anlatmadan anlaşılmaya aşık bir adama reva mıydı bunlar? O ise hepsini küçük görerek, bayağı bularak kendince cezalandırmıştı onları. “Ontolojik meseleler yüzünden ölen kimseye rastlamadım.” demişti üstat, galiba bu onun için de bir ilk olacaktı. Daha bir sürü mesele vardı çözemediği. Mesela, saklambaçtaki ebe ile doğum yaptıran ebe arasında ufak da olsa bir ilişki var mıydı? Eski apartmanlarının arkasındaki ağaç -ki yıllar sonra gidip baktığında yerinde dükkanlar görünce kahrolmuştu- hangi meyveyi veriyordu? Yarıda bırakıp çıktığı Frankeinstein Meets the Wolf Man filminin sonu nasıl bitmişti? Annesi Mendel’in hiç olmazsa adını duymuş muydu? Dostoyevski, onu çekiştirirken hiç kulak misafiri olmuş muydu? Duyduysa ne tepki vermişti? Dünyaya bir daha gelirse Don Kişot’tan ya da Danimarka kralının oğlundan önce mi gelirdi? Lefter’in meyhanesinin cehennem şubesi var mıydı? Esmer biletçi adamın çiçekli bardakta su ve kahve getiren kızına çat diye evlenme teklifi etse acaba kabul eder miydi? Günseli duysa ne tepki verirdi? Adı İslam’a, soyadı İsa’ya bir gönderme olabilir miydi? Peki ya İsa mektubuna niçin cevap yazmamıştı? Bla bla bla… Yüzde yüz saf, yani “kendisi” olmak istemişti. Büyüyüp gerçek dünyaya karışmayı dilemişti. Olmayınca iç dünyasına dönmüştü, orada en azından hayal kırıklığına yer yoktu. Bundan sonra ise hiç kimse, hiçbir şey onu kıramazdı. Sadece kitaplara tutunabilmişti hayatta, onlardan biri pantolonunun arka cebinden çıkıp usul usul yüzüyor, sanki Selim için dua ediyordu: Dünyanın Sonuna Doğru – H.G. Wells.